2 Mart 2012 Cuma

Özdeşleşerek Yabancılaşma

Sanattaki özdeşleşmeyi Aristo şöyle tanımlıyor: “Tiyatro belli bir çeşit eylemin, korku ve acıma yaratan olayların taklididir. Tragedya seyrederken, korku ve acıma duygularını yaşayan (özdeşleşen) izleyici, bu duygularından arınmış olur.”

Aristo sıradan sanat tüketicisinin buna gereksinimi olduğunu ve ayrıca onu yönetmek için de, bunun iktidar sınıfına gerekli olduğunu savunur. Keza, müzikte de basit melodilerin katarsis yaratmak için, kitleye daha uygun olduğunu savunur.

Katarsisin biraz empati, biraz da duygu simülasyonu olduğu gerçeğini Aristo, farkına varmadan daha 2.500 yıl öncesinden imlemiş ama buna hiç kimse dikkat etmemiştir.

Ayrıca, o duyguları yaşamak, insanı o duygulardan her zaman arındırmaz. Korku filmi seyretmek, korkuyu geçirmek yerine, insanda ‘korku korkusu’ demek olan fobiler yaratabilir, çünkü korkulacak nesneler sinemada gerçek yaşamdan daha gerçek olabiliyor. Bunu, Kasım 2003’te Galatasaray terör bombalaması olayında bizzat yaşadım: Tamamen raslantısal biçimde payıma düşen, şöförün bilinçli bir biçimde kamyonunun tekerini patlatıp, 50 metre sonra bitecek olan, ‘yaşamının son anlarını burnumun dibinde yaşaması’ yakın çekimi, tümüyle bir sinema planıydı. Sinema, bunu aynen benim bulunduğum noktadan ama çok daha yakın çekimli verirdi ve artetki daha da büyük olurdu, örneğin gerçek olay bende kilitlenme yaratmadı ama sonradan film planıymışçasına anımsamak yarattı, çünkü saf izlenim olarak yaşadım.

Duygular için bazı saptamalar daha: İnsanın temel duyguları tartışmalı. Çoğu olumsuz. Olan bazı duyguların adı yok ve olmayan bazı duyguların adı var, örnekse sevmeyi bilmeyen insanlar sevme sözcüğünü çok kullanırlar. Yeni ve farklı duygular yeni kültürlerde ve değişik yerzamanlarda yaratılabiliyor. Eski bazı duygular, örnekse vecdin veya zikirin belli formları, zamanla ortadan kalkabiliyor. Belli duyguları uyandıran dış dürtüler de ortadan kalkabiliyor: Örnekse, mamut korkusu veya Eskimolar’ın 100 çeşit kar yağmasındaki duygular (örneğin bende ‘lapa lapa kar yağma duygusu’ vardır, elektriklenirim ve metaller beni çarpar).

Sanatta olsun, bilimde olsun yapay duygular gerçek duygulardan daha güçlü olabilir ve bunun bazı sonuçları vardır: Güvenli ve tekdüze yaşamın sıkıcılığı, hayallerin ve düşlerin gerçekliğin yerini alması (inkar kültü), vd. Sonuç: Belli bir ‘mood’ anından, yaşayarak veya sanat ürünü tüketerek, (olumluya veya olumsuza doğru) yaşanan duygu doğrultusunun, kişiyi vardıracağı sonul duygu momenti, öyle kolay denetlenebilir bir süreç değildir. Dolayısıyla bu yazı dahil, bu konudaki tüm kuramsal saptamalar belli belirsizlikler içerecektir, Aristo’nunkiler ve Brecht’inkiler dahil.

Yabancılaşmayı Brecht şöyle tanımlıyor: “Yabancılaşma, dünyayı değiştirmede, tiyatrodan yararlanılması gereğinden hareketle, tiyatroyu işlevsel kılmak ve seyirciye ‘değiştirmek için düşünme olanağı’ sağlamak amacıyla hedeflenen, ‘özdeşleşmeyi kırma yöntemleri’ anlamına gelmektedir.”

Brecht sıradan sanat tüketicisinin, Aristo’nun tanımladığı gibi olmasından uzaklaşması gerektiğini didaktik olarak varsayar ve dayatır. Ancak, bu da onun sonuçlarının Aristo’nun istediği gibi olmasını da sağlar: Kitleyi yöneten bir sanat eseri. Oysa istenebilecek olan, olsa olsa sanat eseri yoluyla demokrasidir.

Sanattaki özdeşleşme, yabancılaşma, özdeşleşerek yabancılaşma ve diğerleri; en çok tiyatro ve sinemada yaşanır, çünkü onlar bütüncüldür, hem tüm duyu-dilleri kullanır, hem de zaman ve mekanı. Modern dans ise, motor duyu-dili asal olarak ve hem sinemadan, hem de tiyatrodan bambaşka biçimlerde kullanarak, içgüdü düzeyinde özdeşleşme ve yabancılaşma (tabii artı özdeşleşerek yabancılaşma ve yabancılaşarak özdeşleşme) yakalayabilir, diğer sanat dalları bunu ister ama beceremez, gerçeküstücüler gibi.

Sınıfsal yapının, ‘burjuva-proleterya’ düalizminden farklı tanımlanmalarında, sınıfların değiştirmek için düşünme biçimlerinin tanımları da değişecektir. Buna en güzel örnek, çiftçi ve işçi altkültürlerinin incelenmesinde, marksist estetikçilerin düştükleri ikilemlerdir: Brecht, işçi sınıfını bilinçlendirmek için, köylü tiyatrosundan yararlanmıştır ama köylüler işçilerden daha gerideki bir tarihsel aşamayı imlerler. İşte, okun tüfeğin yerini günümüzde (hatta gelecekte) bile pekala yer alabileceği paradoksu, aynı zamanda bu metnin tersine kompleks poliyalektiğini imler. Burjuva gerçekçiliğini ondan uzak durarak işletebiliriz, malumunuz bazukanın arkasında durulmaz.

Yabancılaşmanın, absürd ve epik gibi, negatif örnekleri de vardır. Gelecekbilim ve bilimkurgu gibi, pozitif örnekleri de vardır. Artaud’nun tiyatrosunun bu söylem düzleminde nereye yerleştirilebileceği şimdilik belirsiz.

Yabancılaşma, ayrılma, kopma, çözülme demektir ama Brecht ve çoğu sanat kuramcısı entellektüelin bağlanmasını savunur. Bu bir ikilemdir. Ayrıca zorbalıktır: Bir insan gönüllü intihar edebilir ve kendini topluma feda edebilir ama siz onu buna zorlayamazsınız.

Bu durumda özdeşleşerek yabancılaşma şu biçimlerde tanımlanabilir: “Değiştirmek için düşünmenin birincilden (epiktekinden) daha çok ve farklı biçimleri ve yöntemleri olabilir.”

Bir sanat ürününe o denli yoğunlaşırsın ki onun ötesine geçersin. ‘Aşırı yorum’lar buna örnektir: Kafka’nın gerçekten toplama kampları öngörmediğini biliyoruz, tıpkı gitmesi gerektiğini bilinçsizce ayırsayıp, bilincinde bunu algılayamaması gibi. Bunları o kanserden, ailesi toplama kampında öldükten sonra çıkarsadık. Japon modern dansı buto, Japon çizgifilmi animeler, Japon yönetmen Miike’nin filmleri tam bunları gerçekleştirir ve sanat tarihinde kolay raslanmayacak bir ‘50 yıllık öncülük’ icra ederler.

Absürd, yabancılaşma ve özdeşleşme olmaksızın ve/ya özdeşleşme olmaksızın yabancılaşarak gerçekliğe ulaşmanın istisnasal bir yoludur. Bunu da her absürd yapmaz, ondan önce yapmak peşinde değildir. Bunun benzerini kimi gerçeküstücüler de verir, Ernst Mach’ın gerçeküstü gravürleri gerçekliği değil, onun kişisel sanrılarını verir. Beckett’in ‘Godot’yu yazacağı yerde, İRA’ya katılması daha anlamlı olurdu. Mach da keşke Escher’i görüp ondan birşeyler öğrenebilseydi. Vurgulama: Sürekli açar yol aranıyor. Açmaz yolun rehaveti ve öğrenilmiş çaresizliği bize göre değil.

Buradan 2 çıkarsama yapabiliyoruz: Bir sonuca ona ulaşmak istemeyenler de ulaşabilir ve bir sonuca ulaşmak isteyenler ona ulaşamayabilir. Bu, hem yabancılaşma, hem de özdeşleşme için geçerlidir. Benim özdeşleşerek meta-realiteye doğru kendimi aşmam, bir amaç değil, bir araçtır. Aslında istediğim bambaşka şeyler.

Marksist estetikçilerin varlığını kabul ettikleri realizm-naturalizm çifte nüansı (ikincisinin daha gerçekçi sayılması ve sentimentalist olmayı zorunlu sayması), özdeşleşme-yabancılaşma sorunsalına, şimdiye dek çoktan ayırsanması gereken, tuhaf bir ikilem dizisi sokmuştur: Duyguyla özdeşleşmenin empati, düşünceyle özdeşleşmenin simülasyon olması durumu, gerçekliği (yani bilgiyi ve düşünceyi) algılamanın aşırı duygusuz ve ulaşılması genelde imkansız bir şey sayılması (ki bu Aristo’nun da varsaydığı bir durumdur) sonucunu getirir. Bu durumda, istenen düşünme sonucu gerçekleşmez, Brecht’in oyunlarını seyredenlerde de gerçekleşmez. Öyle olsaydı, 1950’lerde Batı Almanya’da devrim olması gerekirdi, çünkü Brecht’in seyircileri onun vatandaşlarıydı.

(Ek bilgi: Naturalizmin Medan akşamları ilkeleri: Bir: Gerçeği en hüzünlü yönleriyle tasvir etmek. İki: Toplumsal olgular, tıpkı bir röportaj ya da belgeseldeki gibi birbirini izleyen sahneler biçiminde düzenlenmeli. (İkinci maddeye şerh: Günümüz röportajları ve belgeselleri böyle değildir.) Üç: Kahramanı netameli bir soydan geldiği için, her türlü olumsuzluğa maruz kalmalı.) Bunlar, marksist estetikçi Georg Lukacs’ın bırakın Balzac’ı, Zola’yı bile gerçekçi saymasını engeller ama o bunda inat eder.

Bir kendi-değil kişi, bir sanat ürünüyle özdeşleşerek yabancılaşma yaşayabilir. Ayrıca bir kendi-değil kişi, sanatçının ve sanat eserinin simülasyonunu kendilerden daha kolay yapar, çünkü kendine odaklı değildir, daha saydamdır, bir şeyi öğrenmesi için kişiliğine mal etmesi gerekmez. (Burada şerh: Levi-Strauss’un ‘antropologun dilemması’ (antropologun topulum incelerken değişmesi ve o toplumdaki iletişimsel aracının da değişmesi durumu) olarak tanımladığı şey, bir ‘kendi-değil’de kendiliğinden geçersizleşir.)

Kendi-değil, cins-değil ve insan-değil ile 1’li, 2’li, 3’lü kombinasyonlar olarak, 7 sonuç verebilir.

Kendi zihindir, insan kültürdür, cins ikisidir de. Dolayısıyla, kategorik açıdan bir tam sayılılıktan çok, kaotik fraktallık mevcuttur.

Kendi’nin tüm çeşitlemeleri, zihinbilimciler tarafından çalışılmamıştır. Ancak kendi-değil, olağan ve doğal bir kendi’lik durumudur ve üstelik bunun da çeşitleri olabilir, örneğin katatoni ve otizm gibi. Cins’in 200’den çok kombinasyonu vardır. İnsan’ın 6.000 örneği şu anda mevcuttur. Bunlar da çeşitlemeleri milyonlara taşır.

‘Bireysel x toplumsal’ ayrımı geçerli değil, tutarlı bir tanımdır. Örnek: Bireysel ideolojilerin toplumsal ideolojilerden daha gerçekçi olabileceğini gördük. Örnek: Bilimkurgu roman yazarlarının bakış açıları.

Gerçekliği, gerçekliği yakalamak değil, yok etmek isteyenler (2001 sonrası ABD’li iktidar seçkinleri) bile, istisnasal olsa bile, yakalayabilir ve dile getirebilir (skandalcı gerçeküstücüler). Bu, ‘değişimi yaratanların değişimi isteyenler olmaması’ durumuna benzerdir.

Ara şerh: Marjinaller, ayrallar, bohem sanatçılar, toplumsal rolleri ve statüleriyle özdeşleşerek yabancılaşmışlardır ama bu değillenecek bir örnektir, çünkü sanatçının zorunlu dekadantlığını varsayar. Gerçeküstücülerin skandalcılığı, bir bakıma kiniklerin Eski Yunan’da yerlerde köpek gibi yürümesine benzer ve diğer bir özdeşleşerek yabancılaşma örneğidir.

Sanatçının dekadantlığı sorunsalı, normal faşizminin gerçekliği çarpıtması nedeniyle devredışı bırakılması gereken bir tartışmadır.

Rolünü abartma, 1980 sonrası liboşlaşan eski solcular örneğinde olduğu gibi, özdeşleşerek yabancılaşmanın diğer bir örneğidir.

Sanatçının, bilimcinin, düşünürün toplumiçiliği ve toplumdışılığı Eski Yunan’dan beridir tartışma konusu. Entellektüelin iktidar seçkini sayılsa da, yönetimde pek yer alamaması ve sistemle uzlaştığında entelejensiyalaşması durumları gözönüne alınınca, genel olarak sistemdışı kaldığı gerçeği / pratiği var. Bugüne kadar insancıl sayılan ne varsa, bu kişiler üretmiştir ama insan yerine konmazlar, ne iktidar seçkinleri tarafından, ne de kitle tarafından. Ona kendini kurban edecek bir koyun gözüyle bakılır. Bunu marksistlerin de yapması ayrı bir çelişki.

Brecht’in ‘yabancılaşma’ dediği de, aslında bir özdeşleşmedir. Didaktik bir meseli ancak özdeşleşmeyle (hatta gereğinden fazla bir özdeşleşmeyle) algılarsın. Kaldı ki onun ürünlerinde ‘yabancılaşmayla özdeşleşme’ gibi bir yan etki riski büyüktür. Buradan marksist estetikçilere ve siyasetçilere kayıyoruz: Marksist öğreti, insanın insanlığını zenginleştireceğiz derken, onu fakirleştirir, hatta onu metalaştırır. Kapitalizm de öyle yapar ki bu marksizm-kapitalizm ayırtsızlık alanlarından yalnızca birisidir. O nedenle trans-, post-, meta-hümanizm insanı zenginleştiren bir yoldur. Dolayısıyla meta-sanat dallarının hemen hepsi insanı zenginleştirir, en azından duygudan düşünce damıtarak, en azından olmayan şeylerden olan şeyler yaratarak, en azından metafiziği fizik (var olan) kılarak.

Sanatın didaktik-mesel toplumsallığı, Batı’dan / marksizmden çok önce vardı. Örnek: Eski Çin hikayeleri. Bu onları bir kez daha değiller ya da geçersizleştirir. Örnek: Brecht’in Lao Tzu’su gerçek yaşamda sömürdüğü bir kadındır.

Şiddetin yoğun olduğu ürünlerde, sanat ürünüyle özdeşleşerek, olmaya ergi yoluyla, şiddete yabancılaşabilir ve onu değilleyebilirsin. Miike’nin ve animelerin abartılı şiddeti bunu yaratabilir.

Doğu’nun tiyatrosundaki meddahvari simgecilik de, özdeşleşerek yabancılaşmayı yaşatır. Meddahla öyle özdeşleşirsin ki, o artık hipnozcu gibi olur. (Burada şerh: Özdeşleşme eksikli insanların hipnotize edilememe gibi bir durumu olacağını tahmin ediyoruz, örneğin kendim.)

Görüldüğü gibi, öğelerine ve işlemlerine bağlı olarak, değişik eksi birlik vektörler elde edilebilir. Bunlar değişik başlangıç noktalarına yerleştirilerek, değişik negasyon vektörleri elde edilebilir.

Burada bir yanlış tanımlama betimleniyor. O değilleniyor. Doğru tanımlama belirtiliyor. Doğru tanımlamanın doğru işlevleri de belirtiliyor. Geriye yine de tanımsız bin yeni alan kalıyor, o da imleniyor.

‘Özdeşleşme x yabancılaşma’ ekseninin değillenmesi, gerçekçiliği yalnız ve yalnız marksist estetiğin tanımlayacağının da değillenmesidir. Ayrıca, marksist estetik var olması gereken zamanda (1800-1930 arasında diyelim) yokken, bir burjuva gerçekçiliğinin, hem de 100 yıl sonra bile, marksist eleştiriye taban oluşturabilecek kabul edilen bir biçiminin varlığı, onu zamansal öncelikte de değiller. 1930 sonrası dönemde marksist estetik hep geç kaldı. 1990 sonrasında ise tümüyle tarihdışı kaldı. Bugün marksist estetik, daha o zaman tanımlanması gerektiği gibi, burjuva gerçekçiliğidir ve o biçimiyle işlevseldir. Tüfek bulamayınca, yay kullanmak gibi.

Buradan nereye adım atabiliriz?

Öncelikle elimizde, empatinin yerine simülasyon var. Demek ki yeni bir ‘öznellikten nesnelliğe geçiş yolumuz’ var. (Simülasyonda özdeşleşme yoktur, diye yeniden belirtmiş olalım.)

Simülasyon, ayrıca tikellik yerine, daha tümel açılımlar sağlar. Matematiğin uzak ve birbirinden dilsel yalıtık alanları, ileride eğer yeni ara söylemler aracılığıyla birleştirilebilir ve genel-birleşik bir matematiğe yol alınabilirse, o zaman daha tikel tasarımlar da yaratılabilecektir. Bu da, sanal yaşamın gerçek yaşamın yerini almışlığına bir panzehir olacaktır.

(29-31 Temmuz 2007)

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder