Ursula K. Le Guin, ‘Mülksüzler’de Acı’yı şöyle tanımlar:
“Acı çeken şey benlik, benliğin ise yok olduğu bir yer var. ... Gerçekliğin, rahatlık ve mutlulukta görmediğim, acıda gördüğüm gerçeğin, acının gerçekliğinin acı olmadığına inanıyorum. Eğer içinden geçebilirsen. Eğer sonuna kadar dayanabilirsen. ... Acı hiçbir zaman ıskalamaz. ... Acı çekiyoruz ama yeterince değil.”
Böylesi acılardan şunları bilirim: Edebiyatta Kafka, sinemada Fassbinder, müzikte Piazzolla, resimde Munch, fotoğrafta arbus, modern dansta buto (Sankai Juku) ve çizgifilmde anime.
Son 2 Acı’nın, hem Japonya’dan çıkmış olması, hem de en öncü 2 sanat dalı olan dansta ve sinemada çıkması raslantı değil, çünkü Japonya dünya tarihinin en büyük Acı’sı olan, 2 atom bombasını yaşadı. Bunun öfkesini ve nefretini hala taşıyor. (Bakınız: ‘Ölüm Oyunu 2’.)
Kimler bu denli acı çekebilir?
Kendi hesabıma söyleyeyim: Bilmiyorum. Bunu yaşamı boyunca onlarca Acı çekmiş biri olarak belirtiyorum. Daha 18 yaşımdayken epeyi isan benim erken öleceğime, intihar edeceğime bahse giriyordu. Şimdi yaşım 48, onlar zihinleri ölü zombiler ve ben hala sağım ve hala Acı çekiyorum.
Bunun sonu var mı? Var. Ölümden öte yol yok henüz çünkü. Olduğunda, Acı’nın sonu da olmayacak, bir beynin yaratcağı novumların sonu da...
Yeni ve farklı düşünceler çekmek için, illa ki Acı çekmek gerekiyor mu? Bu, seçilen değil, verilen bir yol. O yolun yerine, yeni bir yolun yaratılması epeyi milenyum alabilir.
Kimseyi Acı’ya çağırmıyorum. Bugün insancıl addedilen her ne var ise, o acılarla inşa edildi. Onu anısatmak istiyorum. Bu sıralar; hazza, doyuma, mutluluğa fazlaca kaptırmış durumdayız.
Konu, sizi çekmedi mi? Tüketin birbirinizi gitsin. Daha beter olun. Toplama kampınız, mezbahanız sizin olsun.
(16 Eylül 2008)
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder