Modern resim 1885’te başladı sayılır.
Modern dönem 1 Eylül 1939’da (2. Dünya Savaşı başladığında) bitti.
Post-modern dönem 6 Ağustos 1945’te (Hiroşima’ya atom bombası atıldığında) başladı.
Post-modern dönem, 14 Ocak 1990’da (Berlin Duvarı yıkıldığında) bitti.
Post-post veya post-2-modern dönem 11 Eylül 2001’de (İkiz Kuleler yıkıldığında) bitti.
Post-3-modern dönem, 30 Aralık 2006’da (Saddam Hüseyin asıldığında) bitti.
Demek ki şu an post-4-modern dönemdeyiz. (2.-…-5.-n. dönemler arasını geçiş dönemi ve tek parça bir yeni dönem de sayabiliriz.)
(Burada, siyasal ağırlıklı bir tarihleme ve yanısıra siyaset-sanat eşlenikliğini kabul ediyoruz demektir.)
Bu nedenle, ‘modern dansın geleceği’ dediğimizde, şimdilik post-5-modern dönemin dansını kastediyoruz. 2050 gibi bir menzil varsayalım.
Eşdeğer ve üstüste binen kategoriler-paradigmalar olan Aristo Mantığı M.Ö. 300, Euclid Geometrisi M.Ö. 100 ve Newton Fiziği M.S. 1650 tarihlidir. Bu nedenle, eşlenik paradigmalarda zamansal veya mekansal çakışıklık aranmıyor. Aynı çakışmazlık dansta da oldu.
Post-modern dönemde, 2 makro moden dans kategorisi oluştu: Almanya’daki (kadın Pina Bausch patentli) ‘tanztheater’ ve Japonya’daki (çok erkek patentli) ‘buto’. (‘Ma’ metninde bunlar açımlandı.)
Post-modern dönem bittiğinde, ondan bağımsız olarak, bu ikisi de bitmişti.
Pina Bausch, yaratıcı olarak tükenmiş ve matriyarkal faşist olmuştu. Japonya ise, 1945-1990 arasındaki yaşadıklarıyla, butonun negatif yaratım nedeni olan 2 atom bombasının kurbanı olma niteliğini üzerinden çıkarmıştı.
‘The Drama Review’ dergisinden izleyebildiğimiz kadarıyla, dansta (ve tiyatroda da) öncü sanat sekteye uğramış duruma geldi.
Sanatçılar, olumsuz koşullarda daha iyi yaratıyor olmalılar ki barış içindeki G-7’den hiçbirşey çıkmıyor artık.
Bu aslında çok çok iyi bir durum. Ortada bir boşluk var. Demek ki bir özgürlük var. Yaratıların yüksek gerilim alanlarında yamulmaları, arenalarda aslana parçalattırılan kölelerin, özgür Roma vatandaşlarını eğlendirmesi kabilinden, kitleyi eğlendiriyor olabilir ama araç amaç değildir.
Dans (ve müzik) doğrudan bilinçdışına seslenir. Dansın asal motor dili, bilinmeyen, hatta varolmayan yaratı ülkelerine bizi taşıyabilir. Bunun için de yolcular (taoistler) gerekli.
1980’lerin Carolyn Carlsson’u makul bir örnekti ama o da 18. Yüzyıl romantiğiydi. Romantizmi aşan realizmi aşan sürrealizm aşılalı yüzyıl oldu. Geleceğin -izm’inin henüz adı yok ama kokusu var.
Geleceğin dansını, kadınlar, deliler, köksüzler, ayrallar, üçüncü ve n’inci dünyalılar yaratacak.
Bunlar nasıl şeyler olabilir?
Bir örnek ‘Ghost in the Shell’ 2’nin finali gibi olabilir: Kadın savaşçıların arasına dalan erkek robokoba, kendini ölümsüz kılan bir biçimde yazılımlaştırmış eski kadın robokop, savaşçılardan birini hekleyerek, yardıma gelir. İkisi tam bir katliam yaparlar. Animenin özgün üslubunda, kadın savaşçıların darmadağın parçalanmaları, muazzam afektif bir şarkı eşliğinde suretlenir. Sonunda, kadın ölümsüz siberuzayına geri döner, erkek robokop ise donanım olmaktan ayrılamaz.
Film-dans şu şarkıyla biter:
‘Follow me’… (‘İzle beni’…)
(14 Oacak 2007)
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder