21. Yüzyıl’ın başında modern dansta eksik olan, 20. Yüzyıl’ın ikinci yarısında yükselen kültürel zeminde fazlasıyla var olup da, tarihsel koşulların değişmesiyle, tıpkı gelgitte çekilen sular gibi, yok olup giden öğelerdir.
20. Yüzyıl’ın ikinci yarısında 2 temel modern dans vektörü vardı: ‘Tanztheater’ ve ‘butoh’. Her ikisi de acı çekmeye yönelikti ve ‘Asya-Avrupa’dan ‘erkek-kadın’a dek birçok noktada / tanımda karşıtlık gergefi dokuyordu.
Bunun benzerini 20. Yüzyıl’ın ilk yarısında edebiyatta Kafka ve 20. Yüzyıl’ın son yarısında sinemada Fassbinder yapmıştı. 20. Yüzyıl’ın son 10 yılında ise Uzakdoğu Asya Metafiziği ve sineması benzeri bir öteleme vektörü oluşturdu. Yani, zamansal öncelikte ve sonralıkta ve mekansal farklılıkta bu durumlar pekala yaratılabilir durumda.
İşte, bunlar gitti.
Neden?
Öncelikle, İsrail’in toplama kamplarının ve Japonya’nın atom bombalarının mazlumiyetini taşıma hakkı silindi. İsrail atom bombası olduğunu söyleyen nükleer fizikçisini 20 yıl boyunca hapsederek, Naziler’in yapmadığını kendi vatandaşına yaptı. Japonya ise, ‘Battle Royal 2’nin gayet açıkseçik ortaya koyduğu bir biçimde yankileşti ve ‘Stockholm Sendromu’ olmayan bir biçimde, zaliminden daha zalim olmak için, mazlum rolünü terketti: Anımsayalım: 2007’de ABD’nin zorlamasıyla, gibi yapan Japonya birinci sınıf füzeleri topraklarına, güya sivil hedeflerini korumak için konuşlandırdı.
Geriye ne kaldı?
Ursula K. Le Guin’in ‘Mülksüzler’de dediğince:
“Şu acıyı, bu acıyı dindirebiliriz ama Acı’yı dindiremeyiz.”
İşte, o gerçek Acı geriye kaldı. Hala, şimdi ve burada.
İşte o Acı bugün ve burada modern dansta eksik.
Sinema ve modern dans kesintili sürekliliklerde bu Acı’yı izleyiciye aktarma görevini üstlendiler. Modern dans vazgeçti, sinema hala vazgeçmedi. O nedenle, öncü sinema ürünleri veya altürünleri (planları) giderek danslaşıyor. Bu tür bir ikame ve/ya melezlenme, daha önce başka sanat dallarında ve sanat dallarının türlerinde de gözlenmişti. Örneğin, geçmişte sinemada belgesel Acı’yı anlatırdı ama soyutlama düzeyinin ilerlemesi nedeniyle artık basit belgesel değil, melez-sentez belgesel var ve bunların bazı örnekleri bu Acı’yı bize aktarıyor ama bazıları da aktarmayı feci ıskalıyor (Al Gore).
Dikkat edin. Dans doğrudan duyguyu yaşar ve duyguyu aktarır ama Acı’yı yaşayamıyor ve aktaramıyor, onun varlığını inkar ediyor.
Neden?
Yanıt, yine Mülksüzler’den:
”Acı’ya katlanmıyoruz. 100 kişiden biri, 1.000 kişiden biri sonuna kadar gidiyor ve Acı’nın ötesine geçiyor. Geri kalanlar, ya mutluluk taklidi yapıyor, ya da duyarsızlaşıyor.”
Elimizde ne var, bir bakalım:
AİDS’li bir dansçı. Bu Acı’nın ötesi midir?
Fakir Baykurt gibi, köylülükten, kentlilik yerine, batılılık kategorisine sıçramış bir, değil birden çok dansçı. Bu, Acı’nın ötesi midir?
Bir gökdelenin tepesinden kendini ayaklarından başaşağı sallandıran ve ipin kopmasıyla ölen bir dansçı. Bu, Acı’nın ötesi midir?
5 metreden kendini kolundan vurduran bir performansçı. Bu Acı’nın ötesi midir?
Bu, yalnızca bir başlangıçtı.
Demek ki elimizde, başlangıçtan çok, sonuçtan az malzeme var.
(12 Nisan 2007)
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder